17 Mart 2006

Bir Şey Oldu

Fatih Özgüven'in ilk hikaye kitabı "Bir Şey Oldu" dan bir hikaye:

A grubu, B artı, C eksi, bölünmüş hedef kitlelere kilitlenmiş...

BOĞAZİÇİ CİNAYETLERİ - Fatih Özgüven

Bir Şey Oldu - metis yayınları

Bütün hazırlıkları yapmıştı. Bir tek, Önce C grubundan mı yoksa B artı grubundan mı öldüreceğine karar veremi­yordu.

O kafayla B artıya karar verdi. A4 kâğıt üzerinde yaşa­yan bütün bu iğrenç adamcıklar arasında en çok onlardan nefret ediyordu.

Kâğıt üzerinde olması hem kötü hem iyi. Hem çok... böyle... soyuttu her şey, hem de alışveriş listesi gibi bir şey oluyor.

Dur bi. İğrenç B grubu aynı derecede iğrenç A'lara öze­niyordu. A grubu Boğaz kıyısındaki gece kulüplerine falan gidiyorlardı, Walter Gruss'dan giyiniyorlardı ama bir iyi ta­rafları varsa aslında bütün bu musibetin başı olmakla birlik­te ondan uzaktılar. Şimdilik durabilir yerinde.

Eey, B grubu A'ya özeniyordu... da... B artı grubu ne ya­pıyordu? Ney...

Hay. Onlar A'ya Özenmiyormuş gibi yapıyorlardı. Ve, aslında sadece bir üstü... dey mi... oldukları B'yi de küçüm-siiyormuş gibi yapıyorlardı götler. Son çıkan bestsellerleri İngilizcesinden okuyorlar, Boğaz kenarındaki kulüplerle alay etmeyi marifet sanıyorlar, ama taşşaklı bir A grupçusu davet etti mi gidiyorlar, ertesi gün tadını çıkara çıkara alay ediyorlardı. Sahil yolunda, televizyon dizisi çekilen yerde sadece onların bildikleri... bir... meyhaneleri... vardı... ve... kendilerinin sandıkları bu meyhanedeki meyhaneciye "ba­ba" diye hitap elmeyi öğrenmişlerdi.

Evet, önce onlar gidecek... ti. Onlardan birini silmek iyi bir başlangıç olacak. Hak., yerini... bulacak... torba... dola­caktı.

devamı

1 Comments:

Blogger KNemo said...

Torba deyince aklına alışveriş torbalan ve taksit bilgisa¬yarlarıyla sefil C grubu geldi. Şimdilik dursun.
Üzerinde akşamki kimyasalın geri tepmesi vardı. Hayy-vannn-sınn.
Boğaz'dan yandan yandan serin serin esen rüzgâr iyi geldi. Yüzünü denize dönünce sahici bir şehirde yaşadığı duygusuna kapılıyordu. Ya da kaliteli bir Matriks dünyasın¬da. Kafayı caddeye dönünce Matrisk oluyor.
İleride, yol filmlerindeki... düzeltiyorum, yol filminde ileride yolda... yol filminde yolun ilersinde... tozlu, san yol¬da... dalgalana dalgalana üzerine gelen araba gibi... araba değil de, böyle üzerine üzerine gelen... neydi... kamyon... her neyse araba diyelim, araba gibi... araba gibi de değil de... Meksika filminde... tepenin üzerinde yükselen vampir barı gibi yükselen süpermarketi gördü.
Oy oy... iyi bir B artı mezrası... membası... membaı... mezraı işte.
B artı tapınağının girintili çıkıntılı arabesk süsleri vardı ve bir de sonbahara rağmen çabalayan Öğle güneşinde par¬layan, Mimar Kemalettin tarafından yapılmış Gırnata usulü alçıdan kabartma süslemeleri. Yani, düzeltiyorum, hepsini Mimar Kemalettin yapmıştı. İnanılmaz. Üstelik içi de boyle. Ve Tünel gibi rutubet de kokuyor ama dokunmuyorlardı tarihi şeye duyarlı süpermarkelçiler, böyle bırakıyorlardı. Röstarasyon yapmıyorlar... röstorasyon... restorasyon... Bu dilini dolaştıran kelimelere küfretmek istedi. Edemedi. Ga¬rip bir reflesk... refleks.
İşi hallettikten sonra, polise "B artı grubu halledildi" di¬ye bir not yollamak aklından geçti. Ama hayır, bunu sadece gizli gizli polis romanları yazan (burnundan kıllar çıkan bir dedektif yaratmıştı) ve bununla meşhur olacağı günün haya¬lini kuran ajanstaki karşı masa komşusu Behçet yapardı. Hiç böyle şeylere lüzum yoktu.
Aslında bütün fikir, Behçet'le aralarında geçen konuşmadan doğmuştu.
Karşılıklı masalarında oturuyorlardı. Tamer ayaklarını masasının üzerine uzatmış, saydam plastikten minik bir gönyeyi parmağında döndürmekteydi.
"Pekii, bir alışveriş merkezine girsem de orada birileri¬ni öldürmeye kalkışsam ve başörtülü ninesine ısrarla bir şey gösteren küçük bir kızdan, dergi bakan kıllı bacaklı, sıska bir oğlandan ve birbirlerine işaret diliyle bir şeyler anlatan iki sağır dilsizden başka kimseyi göremezsem ne olacak?"
"Olmaz öyle şey," diye karşılık verdi Behçet. Masasının başında kamburunu çıkartarak oturmuş, parmaklarını önün¬deki klavyeye gömmüş, bilgisayarda bir şeyler arıyordu. "Plastik dondurma kepçeleriyle top biber değirmenlerini ge¬çince, arkada, peynir ve şarküteri reyonlarının orada aradı¬ğını bulursun."
"Nasıl birileri olurlar?"
Behçet biraz tereddüt etti. Parlak fikirleriyle tanınan Ta mer'in karşısında altta kalmak istemiyordu, en azından bel¬li bir düzeyin altına düşmemek istiyordu. "Kızın üzerinde blucin eteklik, ayaklarında plastikmiş gibi olmayan plastik¬ten, parmaktan geçmeli sandaletler, adam hırpani görünüşlü olacak ama pahalı tişört giymiş, kafasına da teknesi olanla¬ra özel yapılan kenarı marullu kaptan şapkası geçirmiş. Ke¬limeleri tembel tembel bölmelerinden ve son heceyi uzatış¬larından kesin B artı olduklarını anlarsın."
Behçet'in güzel Türkçe kullanımı ve diksiyon konusun¬da TRT 2 tarzı bir titizliği vardı.
"Ne satın alıyorlar... alıyor olurlar... alıyordurlar?"
"İthal İtalyan zeytinyağı."
"Peki... ben sana söyleyeyim nasıl öldürürüm."
"Öldür... yani, söyle," dedi Behçet.
"Onlara görünmeden zeytinyağı rafının arkasına dolanı¬yorum, bir şişe alıyorum, başka bir şey tutarken sağlama alı¬yormuş gibi bacaklarımın arasına sıkıştırıyorum. Çantam¬dan suda erittiğim aspirin dolu enjektörü çıkarıyorum, şişe¬nin mantarına sokup zeytinyağına zerkediyorum..."
"Aspirin eriyiği mi?"
"Aspirinle ilgili bir kitapta okudum. Ondan önce de ab-sintle ilgili bir kitap okumuştum," dedi Tamer. "A'lardan baş¬ladım." Kitaplara fazla inancı yoktu.
"Güvenlik kamerası olup olmadığını kontrol etmedin," dedi tedbirli bir paranoyak olan Behçet.
"Hmm, evet. Canım o dediğin filmlerde olur," dedi Ta¬mer. Elindeki sigarayı odanın tavanındaki yangın alarmına doğru uzattı. Bir şey olmadı.
Behçet devam etti. "Sonra bir başka şişe daha alıyorsun. Elinde iki şişeyle köşeyi dönüp B artıların önüne geliyor¬sun. Şişeleri inceliyormuş gibi yapacaksın. Arızalıyı ışığa tutup inceledin, ötekine şöyle bir bakıyorsun. Bütün ilgini arızalıya yöneltiyorsun. Sonra, belki cep telefonuna uzanı¬yorsun. Hızlı hızlı numarayı tuşluyorsun."
"Ne numarası?"
"Canım efendim, yalandan."
"Ha."
"Sonra telefona konuşmaya başlıyorsun, sanki karşında biri varmış gibi..."
Behçet birden bir B artı sesi taklidiyle konuşmaya baş¬ladı. Tamer, bir ajansın girişindeki masalarında oturan sıra sıra sekreter kızlar bebek sesiyle konuşmaya başladıkların¬da, bir de Behçet bu sesi yaptığında yerinde sıçrardı.
"- Burcu, Pasqua Romana gelmiş.
- ?
- Hıı, evet.
-?
- Bulunsun mu, alayım mı? (...) Bu 2000, seninkiler-den... Bulutlu... (bununla aspirin bulutunu kastediyorsun.)"
"Pasqua Romana ne?"
"Canım, zeytinyağı markası."
"Ha."
"B artılar kulak kesiliyorlar, en azından çıkardığın gü¬rültüye. İlgilenmezmiş gibi zeytinyağı şişesini B artıların hizasındaki rafa bırakıyorsun. Çok geçmeden, kız ilgilenir-miş ama çok da değil gibi yaparak şişeyi eline alıp inceliyor. Adam biraz ötede çok amaçlı tirbuşonlarla ilgileniyordur o sırada."
'"Marka ve ürün grubuyla ilgili tutum ve davranışlar' yani," dedi Tamer.
"Peki ilgilenmesin," dedi Behçet, alınmıştı.
"Tamam, tamam, ilgilensin, devam et." Tamer, kalp kır
mayı önemsemeyen bütün insanlar gibi kırdığı kalpleri ya¬pıştırmakta da hızlıydı. Cazibesinin bir parçası da buydu.
" 'Çok özel bir şey,' diyorsun kıza doğru, 'siz de zeytin¬yağı bakmıyor muydunuz, işte bu zeytinyağında buluştuk' tonuyla.
- Yeniden getirmeye başlamışlar. Bir ara gelmiyordu.
- Proşutto için arıyorum ben (Behçet kız sesi yaptı).
- Tam o işte. Önce tabağa gezdiriyorsunuz, sonra üstü¬ne, yalnız biraz tok içimli.
"Ya batarsın ya çıkarsın öyle bir sınırdır bu tok içim.
"Tutuyor, kız gülümseyerek dikkatle alışveriş arabasına bırakıyor şişeyi. 'Bekletmiyorsunuz ama,' diye ekliyorsun, ne olur ne olmaz."
"Belki alnımı da kırıştırıyorum," dedi Tamer.
"Olabilir."
O sırada ajansta çay dağıtan abla üzerinde iş önlüğü, ba¬şında arkadan bağlı küçük kareli mavi eşarbıyla içeriye gi¬rip istedikleri kahveyi getirdi. Abartılı biçimde teşekkür et¬tiler.
"Oyalanıyorsun. B artılar kasada zeytinyağı şişesini akar-kayışa koyarken kızla adamın arasında zeytinyağı konusun¬da bir konuşma geçebilir."
"Ya da uzaktan seslerini duyamadığım için bana öyle geliyor. Ama bir şey satın almam lazım değil mi?"
"Olabilir. Hayatta yemeyeceğin bir ekmek seçiyorsun, bedava verseler oradan başka bir şey almazmış bakışlarıyla çıkışa yöneliyorsun."
Tamer bu "yönelmeye" gıcık olurdu. "Çıkıyorsun"un ne¬si vardı? Ama sesini çıkarmadı.
"En azından katil zeytinyağına para verip sonra yolda kırmak zorunda kalmadım. Peki sağır dilsizler ya da başör-
tülü teyze sosyal adalet zincirini şeytmiyor mu?"
"İyi kurulmuş bir öyküde olmaz öyle şeyler," dedi Beh¬çet. "Hayat genellikle sanatı taklit eder." "Peki."
Tamer, Behçet'ten gerçekten nefret etmeye başladığını düşündü tembel tembel.
Toptan fiyatına perakende mal satan yerlerde umutsuzca do¬lanan D grubunu, nerelerde dolandıktan bilinmeyen, onlara reklam yapılıp yapılmadığı belli olmayan, karanlık bir yağ lekesi gibi genişleyip duran lanetli E grubunu düşündü.
Grupların yazılı olduğu bilgisayar çıktısını katlayıp kat¬layıp ondan makasla bir küçük adam oymuş, kâğıtları açın¬ca ortaya el ele tutuşmuş bir sürü küçük adamdan bir zincir çıkmıştı. Kafalar biraz yamuk olmuştu, makasla düzeltti. Olmadı. Aslında bu küçük adamcıkların birbiriyle el ele tu¬tuştukları falan yoktu, birbirlerine de hiç benzemiyorlardı. Masanın öbür ucundaki ses, hâlâ tüketim davranışları, öz¬lemler, istekler ve tüketici içgörülerinin yaratıcı ekipte ya¬ratması gereken sinerji ile ilgili bir şeyler anlatıyordu mırıl mini.
Sabih Bey hiç sesini yükseltmezdi ve toplantı sırasında dalıp gidenlere, kafa gezdirenlere, bir şeyler çiziktirenlere yaratıcı gruba uygun gördüğü bir şefkat gösterirdi. Ünlü bir avukat ailesinden geliyordu, ama avukatlık yapmamış, bir süre finans sektöründe çalışmış, danışmanlık yapmıştı. Son¬ra bu süper reklam ajansını kurmuştu, deniliyordu biyogra¬fisinde, süper hariç. Portföyünde iki meyve suyu şirketi ("soda company" denir), bir otomotiv devi ve aslında para¬şüt aksamı üreten bir prezervatif firması vardı.
"Şimdi, peki. A grubu öldürüyorum, ya da A plas, hatta plüs... plas," dedi odaya geçtiklerinde Behçet'e. Sıkıcı bir cuma akşamüzeriydi.
"Hu," dedi Behçet, bugün nedense biraz isteksizdi.
"Sabih Bey'in Boğaz kıyısındaki köşkünün telefon nu¬marasını sekreterin masasından aşırmışım."
"Nasıl aşırmışsın?"
"Kızlardan biriyle bebek sesiyle konuşup onu güldürü¬yorum, ve fırsattan istifade..."
"Peki, olabilir."
"Yoldayım. Fakat cep telefonundan olmaz."
"Telefon kartın da yok." Behçet bunu zevkle vurguladı.
Tamer, cep telefonu kullanamayacaksa, Kız Kulesi manzaralı, ince plastikten sefil kartlara ihtiyaç olduğunu ha¬tırladı.
"Karşı kaldırımdaki otobüs durağının arkasında tezgâhı¬nın arkasına oturmuş tespih, tek sigara, otobüs bileti ve las¬tikle tutturulmuş deste halinde telefon kartı satan adamlar¬dan bir tane görüyorum."
"Karşıya geçerken, her zamanki gibi sağını solunu bil¬mediğin için az kaldı eziliyorsun," diye zevkle araya girdi Behçet. "Londra'da mı doğdun mübarek?"
Behçet tersine işler için Londra trafiğini darbımesel ha¬line getirmişti. Tamer duymadı
"Telefon kulübesine giriyorum, sıcak ve çiş kokuyor. Te¬lefon numarasının yazılı olduğu kâğıt cebimde yumuşamış."
Behçet, Tamer'deki bu ani aynntı sevgisini kıskançlıkla kaydetti, aynı zamanda da bunu onun üzerindeki kendi etki¬si sandı.
"Numarayı tuşluyorum. Çaldı, çaldı, çaldı. Sonunda açıldı.
- Alooo? (Sabih Bey şaşaasıyla bağdaştıramadığımız ama evdeki evlatlığa ait olduğunu tahmin edebileceğimiz titrek küçük kız sesi).
- Seniha Hanım evde mi acaba?
- Seniha Anne dinleniyor. Kimsin? (Tamer kızın sesini yaptı.)"
Behçet elinde olmadan güldü.
"Eski Türk filmlerindeki yalılara benzeyen ama tabii ki onlarla alakası olmayan klimalı, tıkabasa eski eşya dolu, ce¬reyan yapmasın diye pencereleri açılmayan bir yer. Buzdo¬labında üzeri naylonla örtülmüş perhiz yemekleri var.
"? Torunuyla ilgili, ben arkadaşıyım onun. Çağırabilir misin?
"Kız hemen inanmıyor: 'Hangi torunu?'
"Sabih Bey'in Gstaad'a kayağa giden torununun adını veriyorum."
"Sonra da kendine bir isim uyduruyorsun, ihtiyacın ola¬cak, kız o anda sormasa bile."
"Okey, uyduruyorum."
Tamer devam etti.
"? Bi dakka, telefonu götüreyim (Tamer kızın sesini yaptı, daha titrek olarak).
"Bir odadan diğerine, hatta daha da öte odalara taşınan te¬lefonun cızırtısı, çatırtısını duyuyorum. Terlik sürüme sesleri karıştı. Telefon eski Türk filmlerindeki gibi nur yüzlü, beyaz tülbent başörtülü olmayan babaanneye götürülüyor, biraz sonra o filmlerdeki ateşli gözlü, gururlu Hülya Koçyiğit'le hiç alakası olmayan evlatlık kızın da intikamı alınacak."
Tamer, bütün bunların dönüp dolaşıp kendisini de o filmlerden bir karakter haline getirdiğini aklından geçirdi. Şiirsel adaletten kaçış yoktu.
"- Alo, buyrun evladım. Hayrola inşallah? (Tamer tam da eski Türk filmlerindeki gibi bir yaşlı kadın sesi çıkardı.)
- Seniha Hanım, iyi misiniz? Bir yere oturun. Ben ....'un arkadaşıyım. Üzücü bir haberim var.
- Buyrun çocuğum. Ne oldu?
- Kayak kazası olmuş. Bizimkilerin olduğu grup dağa tırmanırken teleferiğin kordonu kopmuş. Cesetleri arıyorlar. Henüz bulamamışlar (Tamer burada hain bir neşeyle güldü).
"Yere düşen bir şeyin tok sesi. Küçük kızın çığlığı. Ahi¬zeyi yerine yerleştiriyorum. Kulübeden çıkıyorum.
"Bütün sosyoekonomik gruplarda bir üst gruba yüksel¬me isteği vardır. Bütün A gruplannın anası Seniha Hanım'ı en yukarıya yollamış bulunuyorum."
Planın kendine özgü hainliğinden etkilenmiş görünen Behçet, "En azından kâğıt üzerinde, en azından kâğıt üze¬rinde," dedi gene de.
Boğaz sırtlannda diye tarif edilebilecek ama aslında eğer Boğazın sırtı diye bir şey varsa onun en tepesinde, devenin hörgücünün üzerinde, gecekondu mahalleleriyle buluşan ama buluşmuyormuş gibi yapan, banyolardaki kuğu desen¬li fayansların mı yoksa sitenin on beş katlı binalarının yer aldığı vadinin korkunç uçurumunun mu daha Gotik olduğu belli olmayan bir sitede oturuyordu Behçet. Serİndağ Sitesi, bir hüsn-ü tabir olmanın yanı sıra, gerçekti de. B artıların hiçbir zaman rağbet etmeyeceği, C'lerin, hatta C artıların erişemeyeceği ama müstakbel polisiye roman yazarı reklam yazan bir B'nin maaşıyla konabileceği bir kartal yuvası.
Behçet, Tamer'in ziyaretini ("evin önünden geçiyorum, uğrıycam") şüphe ve sevinçle karşıladı.
Etrafı topladı, şuraya buraya görülmesini istediği kitap ve CD'leri koydu. Ama dün akşam yatarken salonun ortasın¬da çıkardığı ve eşyanın esrarengiz hareketi sonucu gidip masanın altına yuvalanan kırmızı çorapları görmedi. Ta¬mer'in içeri girdiğinde göreceği ilk şey çoraplar olacaktı ama aklında daha önemli şeyler olduğu için çorapların sö¬zünü etmeyecekti.
Tamer teklifsizce kendini Behçet'in kanepesinin üzerine attı. Behçet ışıklan yakmamıştı. Yalnızca çalışma masasının üzerindeki laptop'un duvara dönük ekranı esrarlı bir ışık sa¬çıyordu.
"Nasıl gidiyor senin dedektif?"
"İyi, iyi. Dosya hazır."
Tamer neden bu şeylerin hep bir "dosya" olduklarını ak¬lından geçirdi.
"Naşı' biri bu adam? Aslında, burnundan kıllar çıkması ve komik olması dışında bişey bilmiyor dünya onun hakkın¬da."
"Komiklik paravan," dedi Behçet ciddiyetle. "O, karma¬şık cinayetlerin arkasında çok basit, insani sebepler olduğu¬nu bilen biri."
"Öyle midir gerçekten?" dedi Tamer.
"Öyledir," dedi Behçet. "Suç edebiyatına bakarsan hep Öyle olduğunu görürsün."
Tamer'in suç edebiyatına hiçbir inancı yoktu.
"Yani diyelim ki... biri, bir... maktul... maktulse eğer ya¬ni... senin şu korkunç -korkudan titriyormuş gibi yaptı- bal¬kona çıkmış da şu gıcır gıcır parlak seramiklere basıp kay-mışsa ne olacak?"
Serindağ Sitesi'nin vadinin uçurumuna bakan balkonla-n ucuz inşaat malzemesine yakışmayacak derecede gör kemli bir tehlike arzedİyorlardı. Korkuluklar insanın çükü-ne kadar geliyordu ve toprak rengi yer karoları bir dans pis¬ti kadar kaygandı.
"Suç edebiyatında kazaya yer yoktur," dedi Behçet. "İn¬sanoğlu kusursuz cinayet işleyemez, sadece kader işleyebi¬lir," diye de ekledi. "Ama suç edebiyatında kadere de yer yoktur."
Tamer, Behçet'in pasta tarifi şeklindeki suç edebiyatı formülünü ilgiyle karşılamış gibi yaptı. "Kâhya hiçbir za¬man katil olamaz demek gibi bir şey ama bu," dedi. "Bana kalırsa her şey iyi hazırlanmaya ve yeterince şeytani niyete bağlı..."
"Şeytana inanmam," dedi Behçet.
"Ben de. Ama ne de olsa bir tat katıyor. Evet, ne yapar bu durumda senin Komiser Kolumbo?"
"Komiser Kolumbo değil, daha çok Sait Faik tipi bir halk çocuğu," dedi Behçet. Aynı anda Komiser Kolumbo' nun da halk çocuğu sayılabileceği aklına geldi. Hay Allah.
Karakteri fazla vurguladığını, teknik kısmın zayıf kaldı¬ğını fark ederek de ekledi: "Tabii başka ayrıntılar var. Mak¬tul... maktulse eğer, mücadele etmiş mi, darp izi var mı?"
"Tırnak arasında saç kılı falan mı yani," dedi Tamer.
"Onun gibi," dedi Behçet.
Tamer daha fazla oyalanmayacak». "Bunaldım," dedi, "Şu senin katil balkonda otursak ya biraz."
Serince bir sonbahar akşamüzeri balkonda oturmayı pek anlamlı bulmasa da şeytana ve kadere inanmayan Behçet ayağa kalktı, balkon kapısına seğirtti. İçini kaplayan mem¬nun etme isteği gözeneklerine doğru yükselmekteydi.
Serindağ Sitesi'nin uğultulu tepelerinin rüzgârı bir anda içeriye doldu.
Tamer, isteksizce ayağa kalktı, bütün kızların ve bazı er¬keklerin çok beğendiği o tembel tembel yürüyüşüyle cina¬yet mahalline yöneldi.
Etrafa baktı. Balkon, göz alabildiğine uzanan mini Man-hattan'm en yakındaki iki gökdeleninin arka cephelerine ba¬kıyordu. Bir alafranga tuvaletin çanağına çıkmış tuvalet penceresinden dışarıyı gözetleyen biri varsa, o da şahit ola¬rak biraz tuhaf kaçacaktı. Gene de, balkona çıkar çıkmaz ayakkabısını ilikliyormuş gibi çömeldi.
Akşam Boğaz'a ağır ağır inmekteydi. Behçet balkon korkuluğunun dibinde, elleri havada, manzaranın verdiği il¬hamla sordu: "Peki ilahi adalete inanır mısın?"
"İnanmam," dedi Tamer.
Hızla doğruldu, Behçet'i sırtından bütün gücüyle itti. Dengesi bozulan maktul, can havliyle ve ondan beklenme¬yecek bir dansçı kıvraklığıyla yarım dönüp katilin saçına yapıştı. Ne var ki, Behçet'in sahip olduğunu ikisinin de tah¬min etmediği korkunç güç, birlikte Serindağ vadisine doğru uçmalarına engel olamadı, bilakis kader ortaklığı düşüşleri¬ni daha da kolaylaştırdı. Maktul elinde bir tutam saç, katil-se saçlarından bir miktarını kaybetmiş olarak sitenin otopar¬kına doğru hızla inerlerken, müstakbel polis romanı yazarı¬nın aklından geçen son şey dedektifinin kas gücünü yeterin¬ce vurgulamadığı oldu.
Haftasonu katilinin gözünün Önünden geçen ise aşağı¬daki beton zemin renginde birhipermarkette, önlerindeki tel sepetleri iten, yüzleri olmayan alışverişçiler ve onların ara¬sında banal bir melodram

Cuma, 17 Mart, 2006  

Yorum Gönder

<< Ana Sayfa

eXTReMe Tracker